10 Aralık 2009 Perşembe

“Sürdürülebilirlik / Sustainability” websitesi yayında






"Türkiye’de ve Dünya’da Sürdürülebilir Yaşam Çözümleri" sunan

Sürdürülebilirlik / Sustainability” websitesi

http://www.surdurulebilirlik.blogspot.com

adresinde yayına başladı.



Zeynep Kocasinan'ın Yeni Kitabı: "Atlamak"




Kardeşim Zeynep Kocasinan'ın dergi ve gazetelerdeki yazı ve röportajlarından derlenen ve bana ithaf ettiği yeni kitabı "Atlamak" çıktı.

http://www.kitapyurdu.com, http://www.netkitap.com, http://www.idefixe.com websitelerinden ve D&R kitabevlerinde bulabilirsiniz.

Keyifle okumanız dileğiyle...

20 Temmuz 1969. Aya İnildi. Peki Sonrasında İnsanlık İçin Neler Yapıldı?


man on moon

20Temmuz 1969. Tam 40 yıl önce. ABD, dünyanın uydusu aya ilk insanı indirdi.

Aya ilk insan ayak bastığında daha 2 yaşımda daha değildim. Çocukluk yıllarımda ulaşılan bu teknik başarının çok büyük bir büyük olay olduğunu düşünüyordum.

Zaman içinde; aya ilk ve son ayak basan astronotun mezun olduğu üniversiteden mezun olduğumda bu hayranlığım hala sürüyordu.

Ne var ki, bu konuda artık daha bütüncül bir bakış açısına sahibim.

İnsan denen varlık münferit ve teknik olarak çok büyük başarılara ulaşmıştır. Bu bir gerçek.

Ancak; dünyada hakim genel sistemler bu münferit ve teknik başarıların ulaştığı mükemmellikten çok ama çok uzak. Eğitim, sağlık, iş hayatı, ulaşım ve aslında aklınıza gelebilecek tüm sistemler trajik düzeyde yanlışlarla dolu.

Başka bir deyişle, detayda ve salt teknik konularda münferit üstün başarıları gözlemliyor ve örneğin 3G adı verilen cep telefonu teknolojilerini kullanırken, insanlığı derinden etkileyen ana konularda ise ilkel diye tarif edilebilecek bir yaşam konforu seviyesinde yaşıyoruz.

Bu bakış açısıyla; artık insanın aya inmesi benim için çok da önemli bir olay değil.

Ne yazık ki, insanlığın 1960′lı yıllarda aya ilk ayak basan olmak için sahip olduğu hırsı ve azmi, aya ayak basılmasından 40 yıl sonra bile, insanlığın ihtiyacı olan temel sistemleri kurma konusunda görmüyoruz.

Çok büyük bir tezat.

İnsanlık teknolojiyi araç olarak görmedikçe ve -uzun yıllardır yaptığı gibi- insanlığın temel konularına odaklanmadıkça bu dünyadaki tekamül süresi de çok uzayacaktır.


27 Ocak 2009 Salı

"Yes Man" ile Hayata Evet Demek

Şu anda vizyonda Amerikalı meşhur komedyen Jim Carrey’in “Yes Man” isimli bir komedi filmi var. “Yes Man” oldukça eğlenceli bir film. Jim Carrey’in oyunculuğu da çok başarılı.

Film; “Yes!” isimli bir seminere katılan ve herşeye “evet” deme sözü veren Carl Allen isimli bir banka memurunun, verdiği söz sonrası yaşadıklarını anlatıyor.

O güne kadar özel ve iş hayatını devamlı “hayır” diyerek geçiren Carl, artık kendisine yapılan her teklifi evet diyerek kabul ettiği için bir dolu olay yaşıyor. Bu olayların bazıları kötü, bazıları ise iyi. Ama o düşünmeden evet diyor ve hayatı olduğu gibi kabulleniyor. Yapısına ters de gelse.

Örneğin, evsiz birini arabasına aldığı için bir dağ başında arabasının benzini bitiyor. Ama yine bu sebeple çok hoşlandığı bir kızla tanışıyor. Bunlar gibi birçok olayla “yeni” hayatını yaşayan Carl, herşeye evet demenin yaşamına nasıl bir fark kattığını önce tam olarak kavrayamıyor.

Fakat daha sonra, aslında evet demediği zaman, herşeyin çok ters gittiğini anlıyor. Yani akışa direnmenin hayatında aniden problemler yarattığını farkediyor.

Hatta bir defasında, hep evet demeye söz verdiği halde, bir teklife evet demek istemiyor ve teklifi istemeden de olsa reddediyor. Ama evren ona yanıtını neredeyse anında veriyor.

Bir anda ayağı kayıp, merdivenlerden aşağıya, her basamağı vücudunda hissederek, yuvarlanıyor. Zemine vardığında ise karşısında, sipsivri dişleriyle hırlayan bir Doberman buluyor. O anda birden hata yaptığını anlıyor ve hemen yukarı çıkıp, az önce hayır dediği teklife evet diyor ve olaylar tekrar yolunda gitmeye başlıyor.

“Yes Man” insanın sonsuz yaratıcı gücünü ve bakış açısının ne kadar kritik bir seçim olduğunu hepimizin gözlerine önüne seriyor.

“Yes Man”e göre; hayata evet diyerek karşınıza çıkan her teklifi yargılamadan ve istisnasız kabul ederseniz yaşamınız çok daha iyi olacaktır.

Filmin başında hayata genelde “hayır”larla bakan Carl, tamamen farklı bir bakış açısının getirdiği heyecan dolu bir maceranın sonunda büyük bir değişim geçiriyor ve oldukça farklı bir yola giriyor. Sonuçta tüm hayatı değişen kahramanımız mutlu, heyecanlı ve dolu dolu bir yaşama kavuşuyor.

Kendisi mutlu olunca çevresindekileri de oldukça mutlu eden Carl, burada temel bir noktayı da gözler önüne seriyor: Kendimizi mutlu ettikten sonra başkalarını mutlu etmek pek de zor değil aslında.

“Yes Man”de işlenen temayı şu şekilde de ifade edebiliriz:
“Hayatta karşınıza çıkan olaylara direnç göstermek yerine, akışla yaşamayı seçerseniz çok daha mutlu olursunuz.”

Filmin kahramanı Carl, geçtiği yollardan sonra, akışın karşısında durmanın doğru olmadığını çok iyi anlıyor. Çünkü hayata evet diyerek gerçek anlamda kötü bir sonuçla karşılaşmadığını ve aslında hayata evet demenin gayet iyi bir seçim olduğunu görüyor. Hatta bir keresinde, evet demediği için değil, yeterince hızlı evet demediği için sorun yaşıyor.

Bugüne kadar herşeye evet dememiş bizler de böyle bir film yoluyla devamlı evet demenin sonuçlarını tebessüm ederek gözlemleyebiliyoruz.

Mutlu olmanız için karşınıza çıkan her teklife evet demenize gerek yok tabii ki. Evet demek için içinizin sesini dinlemeniz ve gerçekten istiyorsanız evet demeniz yeterli.

2008 yılı başında R. Şanal ile yaptığımız çalışmalardan sonra, kendimi hayatın akışına bırakmamın bana büyük huzur ve mutluluk verdiğini keşfettim.

Ama şunu da gözlemliyorum ki, çok sayıda insan için hayata güvenip, bir an için bile “dümeni bırakmak” hayat boyu yapabilecekleri en zor şeylerden biri. Ne yazık ki, bu tecrübe şahsen deneyimlenmeden tam olarak takdir edilemediği için, çok kişi gerçek huzur ve mutluluğu hiç tanıyamadan yaşıyor. Eğer siz de bu grupta yeraldığınızı düşünüyorsanız, “Yes Man”i izleyip en azından farkındalık adına güzel bir deneyim yaşayabilirsiniz.

Hayatı her an kontrol altında tutmaya çalışmak ve hiçbir şeyi yeterince iyi bulmamak hayatta mutsuz olmanın en garantili yolları aslında. Filmin kahramanı Carl Allen da bunları yaptığı için mutsuz bir adamken karşısına çıkan her teklifi kucaklayarak ve bu yolla yaşamını biraz olsun evrenin kontrolüne bırakarak mutlu olmayı başarıyor.

Eğer siz de akışla yaşama yolunu seçerseniz, gerçek mutluluğu yaşamak için önünüzde hiçbir engel kalmadığını göreceksiniz.

Filmdeki karakterler ve olaylar hayali olabilir ama filmin kahramanının elde ettiği huzur ve mutluluğun sizin de gerçekleriniz olması için hiçbir engel yok. Bunun için, hayatta sıradan hiçbir an olmadığını farkedip, her anı, her olayı kabullenip kucaklamanız yeterli.

Hayatta herşey bir sebeple oluyor. Her olayın arkasında bir anlam var. O an ne olduğunu tam olarak bilemesek de.

Herşeye hayır yerine evet demeye başladıktan sonra tüm yaşamı değişen Carl Allen karakteri ve yaşadığı olaylar hayali olabilir ama geçtiği yol, mutluluk yolunda geçilmesi gereken tek ve gerçek yol aslında.

Herşeyi kontrol altında tutmak ve hayatı katı kurallar içinde yaşamak yerine, biraz olsun akışla hareket etmek sizi hep arzuladığınız o huzur ve mutluluk diyarına en kısa yoldan götürecektir.

Tek yapmanız gereken evrene güvenip ilk adımı atmak. Aynen Carl Allen gibi…


26 Ocak 2009 Pazartesi

From Jed McKenna - Spiritually Incorrect Enlightenment

The really strange thing about being awake isn't being awake; it's the people that aren't.
...

Have you ever been around a sleepwalker who had their eyes open and was performing a task, even speaking? It's pretty eerie. Now imagine the whole word is like that. It's eerie and it's lonely, but more than that, it's dubious. It lacks credibility. It's not believable. Even at the level of consensual reality, it's hard to accept that these people are all really asleep.
...

They might say they want to wake up, but it quickly becomes apparent they have some dreamworld notion of what awake means that might involve anything so long as it doesn't disturb their slumber. Ego's guard dog is ever-vigilant, and it bites. They say that sleepwalkers get violent if you try to wake them; a curiosly apt parallel.

_______________________
Excerpted from pages 9 and 10.

23 Ocak 2009 Cuma

Deniz Aşkım ve Fethiye

Şövalye Adası'ndan Fethiye'ye Bakış, Eylül 2007
© Yaman Kocasinan



2007 yılında yaşamıma tarifsiz güzellikte yeni bir boyut eklendi. Deniz…

Arka arkaya yaşadığım ve hiç de hoş olmayan bir dolu olayın sonrasında biraz olsun kafa dinlemek için 2007 yılı Eylül’ünde Fethiye’ye kardeşimi ziyarete gittim.

Fethiye, bence dünyanın doğa harikalarından biri. Tertemiz mavi bir deniz, sarp dağlar, bozulmamış bir doğa parçası.

Daha önce Fethiye’ye 1993 yılında askerlik görevim sonrası yine dinlenmek için kuzenimi ziyarete gitmiş ve çok keyif almıştım. Ama o zaman deniz ile haşır neşir olmamıştım. Daha çok karada kalmıştım.

2007 yılındaki ziyaretim ise ağırlıklı olarak denize çok yakın ve deniz üzerinde geçti. Ne ilginçtir ki sözünü ettiğim o bir dolu nahoş olayı yaşamamış olsam 2007 yılı Eylül ayında Fethiye’ye gitmeyeceğimi biliyorum.

Evrende tesadüf yok. Bunu biliyordum. Fethiye’ye de mutlaka bir sebeple gitmiştim. Ama giderken bu sebebin ne olduğunu bilmiyordum.

10 yaşıma kadar Kilyos’ta büyümüş, bütün günü deniz kıyısında geçirmiş bir çocuktum. Güneş burcu Boğa olan bir insan olarak hep doğa aşığı oldum.

Fakat Kilyos’un denizini bilenlerin de ifade edeceği gibi, aralarında Manş Denizi'ni bile yüzerek geçen ve hatta dünya çapında ödüllere sahip birçok yüzücü o sularda canvermiştir. Ben ise 5-6 yaşlarında bir çocuk olarak bu olayların birçoğunu şahsen gördüm.

Erken yaşta yaşadığım bu tarz üzücü olaylar çok sevdiğim ve aslında çok yakın bir bağ hissettiğim denize 35 sene kadar korku dolu gözlerle bakmama neden olmuştu.

Ama 2007 Eylül’ünde Fethiye’de çok hoş bir şey yaşadım. Denize duyduğum sevgi denize duyduğum korkuya baskın geldi. Nasıl mı?

Kızkardeşimin 4 metre boyunda, 9.9 HP Yamaha dıştan takma motorlu fiberglas sandalında eniştem, kızkardeşim ile Şövalye Adası’nın çevresinde yaptığımız seferler deniz korkumu bitirmenin ötesinde bana tarifi çok güç bir zevk verdi.

Yıllardır bu muhteşem histen nasıl oldu da mahrum etmiştim kendimi? İnanamıyordum. Yılların tedirginliği bir anda nasıl da uçup gitmişti, yerini derin bir deniz aşkına bırakarak. Kızkardeşimin küçücük teknesi ve o olağanüstü hatta masalsı güzellikteki Fethiye Körfezi beni denize aşık etmişti. Bu duruma o sırada yanımda olan ailemin tüm bireylerini de şaşırtmıştı.

Bir şey daha hissetmiştim Fethiye’de. Sanki çok daha önce Fethiye’de yaşadığıma dair çok belirgin bir histi bu. Daha önce bu enerjiyi hissetmiştim sanki. Tanıdık bir şeyler vardı. Orada iken taşlar yerine oturmuş gibiydi. Huzur duyuyordum. Sonsuza kadar orada yaşayabilirdim. Bu duyguyu daha önce hiçbir yerde hissetmemiştim.

Beni derinden etkileyen bu bir haftalık tecrübeden sonra İstanbul’a döndüm.

Ertesi gün amatör denizci belgesi almak için bir yelken eğitim okulunda eğitim almaya başladım. Birkaç ay süren ve günlerce denize çıkarak tamamladığım eğitimimden sonra pratik anlamda bir amatör denizci olmuştum artık. Daha sonra da Amatör Denizcilik Federasyonu’nun Ataköy Marina’da yaptığı online bir sınavlarla da amatör denizci belgesi ve KMT (Kısa Mesafe Telsiz) operatörü belgesi aldım.

2008 yılının yaz aylarında Fethiye’de epey zaman geçirdim. Fethiye’de iken düşünmek, bazen hiç düşünmeden kendini cennete bırakmak, bazen yazı yazmak, bazen de resim yapmak ve tabii ki kısacık da olsa deniz çıkmak bir insan için bu dünyada benzeri zor bulunur bir hediye gerçekten.

Fethiye’de iken yörenin tarihi enerjisini içinizde hissetmemek de mümkün değil. Kaya Mezarları, Kayaköy, Şövalye Adası, Göcek Koyu, 12 Adalar. Hepsi dünya çapında cazibe merkezleri.

Ama Fethiye hala küçük, sakin ve bakir bir yere ait özelliklerini koruyor. Bütün bu özellikleri sebebiyle 15 senedir tanıdığım çok sayıda kişi Fethiye’ye yerleşti. Hepsi de çok mutlu. Kuzenim ve kardeşim bu insanlardan sadece ikisi. Ben de artık fırsat buldukça bu doğa harikası yere gidiyorum. Orada bulduğum huzuru başka yerde bulamıyorum pek.

Sevginin korkuyu yendiği ilk olaydı bu hayatımda. İlginçtir ki sonrakilerin de yolunu açan bu olaydı.

Birşeylere ulaşmamızı engelleyen duvar bir kez yıkıldı mı arkadan daha büyük ve daha anlamlı şeyler de hayatınıza sevgi yoluyla akmaya başlıyor. Bana öyle oldu.

Yaşamınızın sevginin korkuya baskın geleceği olaylarla dolması dileğiyle...


21 Ocak 2009 Çarşamba

From Neale Donald Walsh - Meditations from Conversations with God Book I

It is when the going gets tough that you so often forget Who You Are, and the tools I have given you for creating the life that you would choose.
________
page 116

17 Ocak 2009 Cumartesi

Tesadüflerin Anlamı



















Tesadüf kelimesini kullanırken tam olarak ne düşündüğünüze hiç dikkat ettiniz mi?

Çok düşük olasılıklı bir olay başınıza gelmiş ve “mantıklı” açıklamaların tümü o anda yetersiz kalmıştır.

Fiilen gerçekleşmiş bu “olamayacak” durum hakkında bilinç yoluyla bir çıkarımda bulunamayınca, bu olay ana “tesadüfler” adlı devasa bir arşive kaldırılmak üzere süratle etiketlenir.

Arşive kaldırılan bu olay kaydı üzerinde bir daha herhangi bir inceleme yapılmaz. Tesadüftür o. Kurcalamaya, anlam çıkarmaya ne gerek vardır ki...

Ancak, çok sayıda ve “akıllara durgunluk verecek” boyutta “tesadüfler” olunca, o zaman tesadüflere “tesadüf” demeyi bırakır, başka şekilde açıklamalar yapmaya çalışırız.

“Tesadüfün bu kadarı da olmaz” derken, o olayın rastlantı sınırlarını zorladığını ve aslında çok da tesadüflük bir hali kalmadığını itiraf ederiz. Ancak o zaman. Daha önce değil.

Evrenin hiçbir yerinde rastgele veya şans eseri diyebileceğimiz bir yaratım ve denge olmadığını biliyoruz. Bilim ilerledikçe, insan vücudundan uzaydaki cisimlere kadar her yerde bu muhteşem yaratımın ve olağanüstü dengenin detaylarını daha yakından tanıyoruz.

Peki, evrendeki herşey, bu şekilde, yani son derece hassas bir sistem dahilinde varoluyorsa, nasıl oluyor da insanın dünya üzerindeki yaşadığı olayların bu sistemin tamamen dışında, rastlantı sonucu meydana geldiğini düşünebiliyoruz?

Yani, evrende herşey bir sistem dahilinde ama insanın yaşamındaki olaylar bu sistemin dışında ve tamamen rastgele bir şekilde meydana gelmektedir. Bir olaya tesadüf derken aslında bu mantığı seslendirmiş olduğumuzun farkında mıyız?

Sanmıyorum. Bu yazıyı yazmamın sebebi de bu zaten.

Arada bir durup, hayatımızdaki olaylara uzaktan, adeta bağımsız bir gözlemci bakışıyla bakmak gerekiyor. Ama 2000’li yılların iş ve özel hayat koşulları bu tarz bir bakış açısını desteklemiyor ve fasit daire içinde yıllar biribirini kovalıyor.

Bu yazıyı okuyarak hayatınızda tesadüfi gibi görünen olaylara farklı bir perspektiften bakmanızı umuyorum.

Bakın ben nasıl bir yoldan geçtim. Anlatayım.

Şahsen, yaşadığım rastlantıların aslında rastlantı olmadığına inanmamam 1988-1998 arası 10 yıllık bir süreçte gerçekleşti.

Bu 10 yılda, tek tek ele alındığında çok düşük olasılıklı çok sayıda olay yaşadım. Sürecin tamamına yakınında tüm olanların tesadüf olduğunu düşünüyordum.

Ama bu 10 yılın sonunda büyük resme uzaktan bakınca, yaşadıklarıma tesadüf demenin artık elle tutulur bir tarafı kalmamıştı. Zamanında baba mesleğini seçerek, mühendislik okumuştum. İstatistik, olasılık kavramları hakkında iyi bilgi sahibiydim. 10 yıllık bir süreçte maddi ve manevi olarak yaşadıklarım öyle bir hal almıştı ki, rastlantı deyip geçmek olanaksız hale gelmişti.

Anlamını mantığımla çözemediğim olaylar oluyordu ama bunlara rastgele olaylar demek olanaksızdı. Bu dünyadaki hayatımızda aslında tesadüf diye bir şey olmadığını ve herşeyin bir nedenle meydana geldiğini kabullenmekten başka çarem kalmamıştı.

Doğumum bile bu bahsettiğim milyonda bir olasılıkların biriyle başladı.

Doğumumun hemen öncesinde annemde meydana gelen bir komplikasyonu doktorlar milyonda bir olarak tarif etmişler. Bu olayı yıllarca tesadüf olarak görmüştüm.

Aynen Adıyaman’ın dağlarında, bana hamile olan annemin içindeki arabanın buzlu yolda kayarak uçuruma bir karış kala durması ile kurtulduğu kaza sonrası adımı “Yaman” koymasının tesadüf olduğunu sandığım gibi.

Uçurumla aradaki o adım, insanlık için küçük ama Yaman için büyük bir adımdı. Adımı Yaman koydurmak için ne kadar ilginç ve stresli bir yol seçmiş olmam bana hala tebessüm ettirir.

Yani, daha doğmadan milyonda bir olasılıkla bu dünyadaki tesadüflerine başlayan sevgili yazarınız, hayatının geri kalanında da bu çizgiyi bozmadı. Ama tesadüflerin aslında ne olduğunu farketmesi oldukça zaman aldı. Ama 1998 yılında “evrende tesadüf yoktur” noktasına ulaştı.

Evrende gerçekten de tesadüf yok. Yaşanılan her olayın bir anlamı var.

Bilinçle yoluyla bu anlamı hemen kavramamız kolay olmayabilir ama bu o olayın anlamı yok demek değil.

İnsan bir sebeple bu dünyada yaşıyor ve yaşadığımız hiçbir şey şans eseri değil. Hiçbir zaman.

Yaman Kocasinan’ın yaşadıkları kesinlikle istisna değil. Hepimiz benzer şeyler yaşıyoruz. Hepimiz çok özeliz ve devamlı kendimize birşeyler katacak şeyleri çekiyoruz. Çoğunu bilincimizle farketmeden, bilinçaltımızla yaratarak.

Hepimiz milyonda hatta milyarda bir seviyesinde olaylar yaşıyoruz.

Burada dikkatinizi çekmek istediğim şey, hayatınızda meydana gelen ve tesadüf diye geçiştirdiğiniz olaylardır.

Evrende rastgele bir şey olmadığı gibi hiçbirimizin hayatında da rastgele şeyler olmuyor aslında.

Bilinç seviyesinde bunları hemen yorumlayamadığımız için çabucak “tesadüf” diye geçiştirerek, hayatımızı daha iyi anlamak adına büyük fırsatlar kaçırabiliyoruz.

Hayatımıza en üst seviyeden bakarsak, yaşadığımız hiçbir olay aslında boş yere, anlamsızca meydana gelmez. Tamamen öyle görünse ve “tesadüf işte” dedirtse bile.

Hayatta herşeyin bir anlamı ve amacı var.

Meydana geldiği zaman rastlantı dediğimiz ve bizi etkilemiş olaylar zamanında bizi üzmüş veya mutlu etmiş olabilir. Asıl önemli olan ve bizi geliştirecek olan bizim bu olaylardan yapacağımız çıkarımlardır.

6 senedir tüm dünyada çok başarılı bir CSI (suç/olay yeri inceleme) dizisi oynuyor: NCIS. Başrolünde 1981-82 arası Türkiye’de de yayınlanan Flamingo Yolu dizisinden tanıdığımız başarılı aktör Mark Harmon oynuyor. Harmon’ın (Deniz Kuvvetleri Kriminal Araştırma Birimi’nde ekip lideri olan Leroy Jethro Gibbs olarak) her olayda söylediği ve benim de bakış açımı çok iyi ifade eden bir söz ile yazımı bitiriyorum.

“Tesadüflere inanmıyorum.”





3 Ocak 2009 Cumartesi

Başkalarını Mutlu Etmeye Çalışmak




Yaşamım boyunca, hayatını başkalarını mutlu etmeye “adamış” çok insan tanıdım. Adamış kelimesini kullanmam bir tesadüf değil. Bu insanların tarzlarını ancak “adamak”la ifade edebilirim. Peki bu adanmış yaşamlar, bu kişileri ne kadar mutlu etmiş acaba?

Bu yapıda insanların sayısının, ilk anda tahmin edilenden çok daha fazla olduğunu söyleyerek söze başlayayım. Dünyada böyle insan çok. Kendim de bir zamanlar bu grubun en has üyelerinden biriydim. O ruh halini çok iyi bilirim.

Bu gruba ait olan kişileri daha detaylı anlatayım.

Bu kişilerin hayat amacı başkalarını mutlu ederek mutlu olmaktır. Yani başkalarının üzerinden mutlu olmak. “Başkalarını mutlu edersem mutlu ve güvende olurum” inancıyla yaşarlar.

Fakat bambaşka özelliklere sahip bir insanı tamamiyle mutlu etmek mümkün olamayacağı için, başkalarının üzerinden mutlu olmak aslında boş bir hayaldir. Bunca çabanın sonunda, mutlu edilmememiş başkaları ve adanmış ama mutlu olunamamış bir hayat kalır.

Sıklıkla duyduğumuz ve kullandığımız “Başkalarını memnun etmek imkansız” sözleri boşuna söylenmemiştir.

Kişi öncelikle kendisini mutlu etmek için yaşamalıdır.

Toplumların alelacele “bencillik” olarak damgaladıkları bu yaklaşım aslında herkesin, her zaman yapması gerekendir. Kişi hayatının merkezine kendisini koymalıdır. Hem de tam merkezine. Ve bu odaklanma hiçbir zaman kaybedilmemelidir. Hele başkalarını mutlu etmek sizin için çok önemliyse. Bu durumda başka bir şey yapma şansınız yoktur aslında. Niye? Çünkü başkalarını mutlu etmenin tek yolu kendinizi, başkalarının değil, öncelikle kendi mutluluğunuza adamaktır.

Bunu yapınca ne olur? Kişi kendisini mutlu etmeye adamış olur. Böylesine net bir odaklanma ile sonuç almamak imkansız gibidir.

Diğer uçta, yani merkeze kendini koymayanların durumunda ise, mutlu edilme önceliği kişinin dışındakilerindir. Bu şekilde dışarıya odaklanma hüsran getirecektir. Hayatı boyunca kraldan çok kralcılık yapmış, başkalarının mutluluğunu ve çıkarlarını kendilerinkinin kat kat önüne koymuş olanların bu sonucu hemen onaylayacaklarına eminim.

Uçaklarda kalkıştan hemen önce yapılan oksijen maskesi anonsu bu durumu çok net izah etmektedir aslında. “Çocuğunuza yardım etmeden önce kendi oksijen maskenizi takınız” anonsunu uçağa binmiş herkes hatırlayacaktır.

“Kendi mutluluğunuzu merkeze koyun, tek yol bu” derken aslında çok temel bir prensibe dayanıyorum. İnsan sahip olmadığı şeyi veremez. Ancak sahip olduğumuz ve fazla sahip olduğumuz bir şeyden başkalarını da faydalandırabiliriz.

Mutsuz ama yaşamını başkalarını mutlu etmeye adamış bir insan hayal edin. Böyle biri kimi mutlu edebilir? Tabii ki kimseyi. Kendisi mutsuz olan birinin başkasını mutlu edebilmesi mümkün müdür?

Ama kişi mutlu ise, kendisinden taşan mutluluk çevresindekileri de bol bol mutlu edecektir. Kişi, kendisini başkalarını mutlu etmeye adamamışsa bile, başkalarına ister istemez mutluluk verecektir. Sahip olduğu şeyi yani.

Bu açıdan bakıldığında, herkesin (başkalarına zararı olmayan her alanda ve her şekilde) önce ve salt kendini gözetmesi, tüm insanlık adına en yararlı ve doğru yoldur aslında.

Ve bu yolun bencillikle ilgisi yoktur. Düşünün ki sizden taşanlar bile dünyayı daha farklı, daha güzel kılacaktır. Ek hiçbir çaba veya odaklanma veya “adama”ya gerek kalmadan.

Her bireyin önce kendi içinde mutlu olmaya odaklanması kendisinin ve tüm insanlığın mutlu olabilmesinin tek yoldur aslında.

Öncelikle kendinize dönüp, kendinizi mutlu edin ve sonrasında yakın çevrenizde yarattığınız mutluluk dalgalarının yayılışını zevkle seyredin. Bu basit formülle dünyamızı biraz olsun daha mutlu bir yer haline getirmek çok kolay aslında.

Hadi ne bekliyorsunuz o zaman? Sizi ne mutlu edecekse onu yapın. Hemen. Bugün.

2009’da önce kendinizi mutlu etmeye çalışmanız dileğiyle…

30 Aralık 2008 Salı

Boğaz'da Kar Manzarası




Bugün 29 Aralık 2008. Saat 21:09. Arnavutköy’de son yılların en soğuk günlerinden biri. Boğaz’ın kıyısında, sokak lambalarının o sarı-turuncu rengi altında koca koca taneli lapa lapa karın yağışını seyrediyorum.

Sahil yolundan tek tük araba geçiyor. Bazen 15-20 saniye kadar yoldan araba geçmiyor. Sonra belki 15-20 dakika boyunca hızla geçen araçların sesi geliyor. Yavaş, hızlı, her türlü süratte araç var Boğaz’dan geçen. Ama sokak lambalarına bakınca, sanki yavaş bir tempoya ayarlanmış bir metronom gibi, ritmini hiç bozmadan yağan bir kar var.

Arnavutköy’ün hemen karşı sahilinde yıllardır beyaz-sarı ışıklarla aydınlatılan devasa çam ağacı bir an beni ABD’nin karlı bölgelerinde görülen Noel ağaçlarını hatırlatıyor. Gülümsüyorum. Bir an için 1990’lı yıllardaki kışla ilgili anılarım geliyor aklıma. Gözüm karşı sahilde, Vaniköy’deki muhteşem süslü çam ağacında, ama zihnim -25 derecede Indiana eyaletinde yaşadığım kış manzaralarında şu an.

ABD’nin soğuk ve karlı yerlerinde masalsı bir dönemdir Noel zamanı. Görsel bir zevk şölenidir. Tarifi zor duygular hissettirir insana. Evlerin bahçelerinde ışıklarla yapılmış geyik figürleri ve daha bir dolu sanat şaheseri insanı bir an için masal kitaplarında çizilmiş resimlere ve masal alemine götürür. Hele bir de içinde tabiat aşkı varsa, o an içine girdiği dünyadan çıkmak istemez insan. Şehrin içindeki çam ağaçlarını kaplamış kar görüntüsü bile başlı başına bir tablo gibidir.

Başımı bilgisayarımdan kaldırıyorum. Kar iyice yoğunlaşmış. Saat ilerledikçe sahil yolundan geçen araç sesleri de azalıyor.

Öyle hoş bir manzara var ki dışarıya bakınca… Arnavutköy sahilinde kıyıya bağlı motoryatların üzerine yoğun kar yağıyor. Kıyıya o kadar çok tekne bağlı ki, bir an sanki tropik bir kıyı şehrinde kar yağıyor gibi geliyor insana. Meksika’da kar yağışını seyreder gibi izliyorum yağan karı.

Dışarı baktığım pencereden görünen teknelerin neredeyse tamamı beyaz. Üzerilerine yağan karın rengi ile bütünleşmiş durumdalar. Bembeyaz boyalı tekneler bembeyaz bir yağış altında. Tam bir beyaz armonisi.

Kar, gerçekten de doğanın en temel ve en sade ama görsel açıdan en muhteşem hallerinden biri.

From Neale Donald Walsh - Meditations from Conversations with God Book I





I tell you this: you are your own rule-maker. You set the guidelines. And you decide how well you have done; how well you are doing.